Sürdürülebilirlik kavramı üzerine düşünmeye devam ettiğim bu günlerde özellikle de kavramın bu denli yüzeysel uygulamaları ile karşılaşmaya devam ederken, geleceğimiz için zorunlu ve gerekli bir temel oluşturacağına inandığım için bu konuyu biraz derinleştirmek hevesi ile yazmaya devam ediyorum.
Sürdürülebilirlik tanım olarak gündelik yaşantımıza henüz yeni girmiş gibi olsa da, ben yaştakiler ve daha büyüklerimiz döngüsel ekonomi ile çok daha önceden tanıştık. Bir büyüğümüzün üzerine olmayanları veya büyük ailenin daha varlıklı kısmından gönderilen kaliteli giysilerini kullandığım, suyu daha dikkatli kullanmak adına belirlenen banyo günleri, Yerli Malı haftası, değiş tokuş yapılan kitaplar en çok hatırladıklarım arasında...
Daha sonra tanıştığımız büyüme ve büyümenin tüketim ile ilişkilendirildiği, değer kavramının yerini daha çok fiyat etiketlerine bıraktığı, doğal kaynakları sonsuz olarak görmeye başladığımız, zenginleştikçe aslında gelecekten çaldığımız uzun dönemler sonrasında, sürdürülebilirlik konuşulmaya başlandı. Bir kısım hakkını vererek, özellikle (de-coupling) ayrışmaları kompleks adaptif sistemler üzerinden anlamaya çalışarak döngüselliği anlatan düşünür, bilim insanı, danışman, tasarımcılar varken bir kısım ise olmaz ise olmaz olarak görmemiz gereken döngüselliği oldukça sığ ve "moda" bir anlayış veya daha da kötüsü pazarlama unsuru olarak kullanıyor.
İşte burada asıl ayrışma sorunu (ve de çözümü) ortaya çıkıyor. Peki bu ayrışma nedir diye bakarsak en basit anlamı ile bir "sanma" hali diyeceğim, yani kendimizi bütünden ayrı görmek, benmerkezci dünya algısı içinde hareket ederek işbirliği ve bağlantı içinde olduğumuz diğer sistemleri, bireyleri ayrı olarak algılamak. Moda ile iklim krizinin, köleliğin, yaşayan ekosistemlerin çöküşünün yakın ilgisini görmezden gelmek gibi...
Sürdürülebilirlik yolculuğunun en zorlu alanlarından bir tanesi sürdürülebilirliği bir bulunma hali olarak görmemizden ve ifade etmemizden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Bu "oldum" hali ile yine olanlar ve olmayanlar ayrımına düşmemiz an meselesi haline gelebiliyor ve işte tam bu noktada kendi kendime sürdürülebilirliğe ulaşıldığı sanılan her an aslında kavramdan uzaklaşıyor olabilir miyiz diye soruyorum.
Güncel diyaloglar arasından örnek vermek gerekirse et yiyenler veya vegan olanlar, üzerine senelerdir giysi almamış olanlar veya alışveriş yapanlar gibi ötekileştirmeye neden olacak ve aslen tartışılan konunun özünü kaçırdığımız alanlara bakabiliriz. Sürdürülebilirlik bir savaşma hali olamaz, bir başarma hali olamayacağı gibi.
Peki, sürdürülebilirliği, değişime ve belirsizliklere adapte olmamızı sağlayacak, doğal kaynakların öz sermayesini tüketmeden var olmasına destek olacak, teknolojiyi gelişimi için kullanan, evrimleşen, yaşam şekillerine kültür zenginliği kazandıran birlikte olabilme yolculuğu olarak kucakladığımızda neler değişebilir? Yaşamdaşlıktan söz ediyorum.
Başlangıç noktamız ise yine ta kendimiz - yaşamı algıladığımız 5 artı 1 duyumuz değil mi? Zihnimizi de duyu organlarımızdan birisi olarak düşünürsek, düşüncelerimiz de zihnimizin algıları veya çıktısı olarak tanımlanacaktır. Dünyayı bu 6 duyu organı ve prosesi ile anlamlandırmaya çalışırız ve bu basit anlayışı kabul edersek "ben" büyük resmin içinde daha sadeleşebilir. Bu kendimden öte bir yaşam olduğunu kabul edebilmek ve biraz kendimizi, kendimi (ben) denklemin dışında, şeylere sahip olan değil de proses eden olarak görmek gibi. Dolayısı ile olayları veya olanları proses ederken sahiplenme, illa tutma veya tutunma, zayıflarken herkesleşme, paylaşabilme, empatiyi devreye sokabilme başlayabilir. İnsan olarak, gerek zihnimiz gerek ise bedenimiz birer interfaz gibi algılanabilir. Bu interfazların sağlıklı çalışması için ise bütünsel iyi olma hali, sağlıklı, neşeli, akışkan, paylaşımcı, dirençli, özgür, nazik, enerjik olma şansı artacaktır. Dolayısı ile proses edilenlerin de etkisi artacaktır. Geçen gün bir fonksiyonel tıp hekiminin benim interfaz olarak açıklamaya çalıştığım konuyu "decoder" olarak tanımladığını okudum. Decoder olarak kendimize ve daha büyük resimde olan sorumluluklarımızı tanımlamaya başlayabilir miyiz?
Sürdürülebilirliği biraz bu hücresel yapıda değerlendirmek, belki büyük resimde bizlere esin kaynağı olacaktır. Mikrobiyomuzun içindeki bakteriler için bir bir vasıta mıyız yoksa yaşamımız için gerekli bir kaynağı mı barındırıyoruz? Bağlardan oluşan yaşamları görmeye başladığımızda bu bağlar nedeni ile oluşan dengesiz, belirsiz, çatışan durumları ve bunları destekleyen, barışık, uyumlu durumlar ile beraber değerlendirebiliriz. Bu dengesizliklerin denge bulma yolu ise işte dayanışma, paylaşım esasına dayalı sürdürülebilirlik kavramı üzerinde belirir. Ben olma halinden biz olabilmeye nasıl geçebiliriz araştırması başlar. Doğanın hücresel oluşumları, gezegenler ve ötesi boyutlara uzanan şekilde birbirine bağlaması ve bağlarken izlediği doğallık biz olabilmek yolculuğumuzaki en değerli rehber değil midir? Büyüklüğü ne olursa olsun sürekli değişen ve gelişen bir sistem yine farklı sistemlere ile bağlantı içinde olacaktır ve daha büyük bir sistemin de parçası olarak hareket edecektir. Doğa sistemleri içindeki çeşitliliği maksimum düzeyde tutarak olası sorunlara, değişimlere cevap verebilmek üzere yapılanır ve tekrar tekrar organize olur.
Sistemin göreceli dengede olma halinden ziyade, sistem içindeki kıpırtılar ve dalgalanmalar anlam kazanmaya başladığında yeni bir harita belirebilir.
Sürdürülebilirliği doğal tasarım sistemi olarak değerlendirdiğimizde sadece materyalleri değil, ilişkileri de tanımlamaya ve kurgulamaya başlarız. Kullandığımız günlük ürünler, mimari yapılar, endüstriyel ürünler, şehirler ile birlikte ilişkiler ve bağlantılar da sürdürülebilir tasarım prensipleri ile kurgulanabilir. İletişimin ve insan ilişkilerinin sürdürülebilir tasarımı ile farklı bir dünya görüşü ile hareket etme şansımız da belirir. Bu sistem anlayışı içinde katılımcı olduğumuzu düşündüğümüzde sistemin bütünü için bireylerin önemini de algılarız. Bireylerin ne kadar sağlıklı, verimli, etkin, neşeli, dirençli olduğu kadar sistem içinde yer aldıkları şekil de bütünün özelliklerini belirleyici olacaktır. Ne oluyor ise ortak sorumluluğumuz olduğu kadar ortak eserimiz de olacaktır. Evren ilişkiler düzeni olarak görüldüğünde, bilginin, insanların, fikirlerin, bilimin, yaşamın bizi sürekli ilişkiler kurmak üzere yönlendirdiğini de kabul ederiz. Hatta gerçeğimiz bile neye dikkatimizi verdiğimiz ve neyi göz ardı ettiğimiz ile şekillenecektir. Seçtiğimiz ilişkiler ve bağlar ile yaşamı şekillendiririz.
Sürdürülebilirlik seçimlerimiz de ilişkiler ve bağlardan oluşan, bireylerin katkısı ve aktif rolleri ile sistemler, tasarımlar olarak şekillenen dinamik yapılardır. Moda sektörü özeline baktığımızda coğrafi yaygınlığı en üst seviyede, karmaşık, sürekli yenilenen, çok kültürlü tasarım, üretim ve kullanımın olduğu bir yapıdan söz ediyoruz. Problem olarak ele alınan konuları nokta ile biten cümleler ile ifade etmekte zorlanıyorum ve daha çok başta kendime sorular soruyorum.
Problemlerin olduğu yerlerde çözümleri biraz daha derin ve kolektif bakış açısı ile başkalarına da sorduğum sorular ile yakalamaya ve paylaşmaya çalışıyorum. Hızlı moda tüketilmesin ( milyonlarca insanın geçim kaynağı bu sektörde) , polyester ürünleri sonlandıralım ( şu anda giysilerimizde %63 sentetik elyaf kullanılıyor), pamuk çok su tüketiyor (bölgeden bölgeye değişiyor ve aslında doğru tarım uygulamaları ile pamuk iklim krizi ile mücadelede etkili bir kaynak olabilir), geri dönüşümlü elyafların tamamı sürdürülebilir (geri dönüşüm malzeme kaynağı nedir ve geri dönüşüm işlemi nerede yapılıyor) gibi konuları ilişkiler üzerinden defalarca değerlendirdiğimizde döngüsel moda için bir adım daha atabileceğimize inanıyorum.
Sürdürülebilirliği bir yolculuk, dönüşüm, noktalı bir cümle değil de bol soru işaretli, arada ünlemli ve sık sık noktalı virgüllü bir aksiyon hali, mükemmel olma hali değil de, daha iyi ne olabilir, nasıl olabilir bakış açısı ile yakaladığımız da değişim olasılığını da mümkün kılıyoruz.
Comments